Sepete eklendi
SON DAKİKA

İnsan, işlerin iyi gitmesini ister. Ama işler iyi gitmez.

Çünkü insanı insan yapan, kaygıdan kahrolmaktır.

Bu konu üzerine çok düşündüm.

Çünkü bu konu üzerine çok düşünmek için sebeplerim vardı.

Ve sonunda, her zamanki gibi likörle karıştırıp kafaya diktiğim seyrek sodyumlu bir aranjmanın, beni Viyana seyahatinden geri getirmeye yetmediği tekinsiz bir gece, kırmızı elbisemle Bükreş üzerinden şaşkın bir hayalet gibi salınırken ve tam da canım ağabeyimi yine göremediğim için öfkeden mide sancıları çekmeye başladığım bir sırada, niye hiç kimsenin mutlu olmadığını anlayıverdim.

İnsanlar mutsuz, çünkü ayağa kalkmaktan korkuyorlar, bu yüzden de dünya, hesabı sorulamayan ahların katran gibi kaynayıp cümlemizi pişirdiği koca bir cehennem kazanı.

Dünya, muradına eremediği için vicdan azabı çığlıklarıyla inleyen yaşlı ve yatalak bir kadın.

Dünya, intikam ateşiyle yanıp korkularından taş kesilen, taş kalpli, taş kafalı ucubelerle dolu üçüncü sınıf bir Uzakdoğu sirki.

Ama ben korkmuyorum.

Çünkü benim alınacak bir intikamım var .

Çünkü benim adım Ayşe.

Ayşe Şekeryan.

Ya da sokaktakilerin dediği gibi, Kızçocuğu.

Peter’le el ele tutuşmuş, Kadife Sokağın biradan ve kahkahadan mürekkep şehvetli curcunasını yel gibi yarıp geçerek, ikindi vaktinin kalbine doğru çılgınlar gibi koşuyoruz.

Ceplerimiz tıka basa altın paralarla, yorgun damatların, gerdeğin ertesi günü bir umut bozdurduğu on dört ayar ince bileziklerle dolu.

Barlar sokağının çakırkeyif yarı bakire genç kızları bana gıptayla bakıyorlar.

Hangi genç kız Kadıköy sokaklarında bir doksan boyunda bir zenciyle el ele koşmak istemez ki.

Ama benim umurumda değil.

Ben sadece on altı yaşındayım ve benden bir yaş büyük sevgilimle otuz bin Euro’yu toparlamak için altı günümüz kaldı.

Üstelik yedi dakika on bir saniye içinde kiliseye yetişebilirsek, akşam ayininde, günlük günahlarımızdan arınmamız için genç ve yakışıklı papazımızın volkan gibi patlayan libidosunun huzurunda diz çökebilme şansına nail olmamız, işten bile değil.

Önceki papazımız On İkinci Bedrosyan’ın heybetli ağaçların gölgesindeki mezarının başında her zaman olduğu gibi gizli saklı ve uzun uzun öpüşüyoruz.

Benim güzel zenci Peter’imin pembe dilinin ağzımın içinde dolaşırken verdiği güven duygusu, göklerdeki babamızın merhameti kadar teskin edici.

Peter terli ve kaslı kollarıyla lahidin kapağını kanırtıyor.

Ağustos sıcağının altında balçık gibi erimiş asfaltın pişirdiği lastik kokusuna benzeyen taze ölü kokusunu, karlı havayla birlikte körpe göğüslerimin gerisindeki gencecik ciğerlerime çekiyorum.

Bedrodsyan’ı yağmurlu ve hüzünlü bir İstanbul öğleden sonrasında bu sihirli kilise mezarlığına feryat figan gömdüğümüz günden beri, sadece on altı hafta geçmiş.

Mezardan burnuma gelen koku cennetin kokusuysa, her şeyi yeniden düşünmek için geçerli bir sebebim daha var demektir.

Kız Kur’an kursunda bize anlattıkları ilk hikayelerden birisi Meryem Ana’nın hayatı olmuştu.

9 yaşlarındaki onlarca kız, Meryem Anamızın iç burkan acılarla dolu hikayesini göz yaşları içinde dinlerken, benim aklıma hep Cafer gelirdi.

İlk Müslümanlardan Cafer bin Ebu Talip, Mekke’den kaçıp Habeşistan’a sığındıklarında, Hıristiyan Kral Necaşi’yi, onunla aynı Tanrıya inandıklarına ikna etmek için, Kur’an’dan Meryem Suresinin ilgili ayetlerini okur.

İmam Ali’nin bu hüzünlü ve asil ağabeyi, iki dinin arasını bir kadınla bulmaya çalışır.

Ben söz konusu ayetleri ezbere biliyorum.

Çünkü ben bütün Kur’an’ı ezbere biliyorum.

Çünkü ben, söylememiş miydim, bir hafızım...

GÜNLÜK ŞEYLER

BELİRLİ GÜNLER VE HAFTALAR